Editörden (Ekim-Kasım-Aralık 2018)

Her Nefes dostlarımıza gönülden merhaba,

Nice bir aradan sonra yine kavuştuk sevgili dostlarımız; bu sayıda konumuz her zamanki gibi yaşanabilir, hayatımızın parçası olan tasavvuf ve Allah aşkı olacak.

Bu sayımız da, çıktığı ayların yüzü suyu hürmetine olsa gerek, 29 Ekim gibi bayramlar, 17 Aralık gibi kavuşmalar, Şeb-i Arus’lar var. Dostlarımızı sahibine teslim ettik ve huzurunuza geldik.

Yine sizlere hayata dair yaşananlar, sevinçler ve hasretler anlatmaya çalıştık. Günler birbirini kovaladı hasretimiz ayları buldu. Anlatacaklarımızın heyecanı ile sonunda kavuşmak nasip oldu.

Sıra halimizi ve yaşadıklarımızı siz dostlar ile paylaşmaya, dertleşmeye geldi. Umarım bu sayımızı da diğerleri kadar beğenir bizleri okumaya ve bizlerle gönül damlalarınızı paylaşmaya devam edersiniz. Arada haddimizi aşıp sürç-ü lisan ettikse hoşgörünüze sığınıyoruz. Kusurları şahsımıza, güzellikleri sahibine ait olarak yeni sayımıza hoş geldiniz, safâ verdiniz.  

 

Sohbetler (Ekim-Kasım-Aralık 2018)

SOHBETLER

 

Dünya ehlinin vefâsızlığından bahsediliyordu:

  • “Elbet Allah’tan başka kimsede vefâ yoktur. Bir de Allah yolunun yolcularından başka.. Dünya ehlinin dostluğu, büyük bir balona benzer. Küçük bir iğne batırılınca hemen sönüp gider. Onun için bu dünyâda cefâ görmek istemeyenler, dünyâdan ve dünyâ ehlinden vefâ beklememelidirler.”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 15)

 

****

Şuur ve adem-i şuurdan bahsedilirken:

– “Gözün nuru olmasa, göz baksa da görmez. Gözün süvarisi nurdur.

Bir at da ne kadar müstesna ve güzel olursa olsun ona bir kimse binmedikçe gideceği yeri bilemez.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 67)

 

****

Dâima, iyi kimseler ile düşüp kalkmanın faydalarından bahsolunuyordu:

– “Sohbet müessirdir, sohbet ve ülfet, insanoğlunun iç bünyesine, karakter yapısına siner, tesir eyler; debbağhâneye gittiğin vakit üstüne pis koku, gülhâneye gittiğin vakit ise gül kokusu sindiği gibi…

Dünyâ ehlinin dedikodudan ibaret meclislerinde bulunmak yahut mânevî ve rûhânî meclislerin yükseltici, olgunlaştırıcı havası içinde sohbet eylemek de insan üzerinde aynı müsbet veya menfî tesiri yapar.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 68)

****

Sâmiha Hanım:

Bir kere idi, dervişliğin buyruk dinlemek olduğunu söylemiştiniz.

“Tabiî, tabiî… Dervişlik buyruk dinlemektir. Çünkü her olan, Allah’ın buyruğudur. Bütün kitaplar bu dört kelime içindedir. Bunu hal eden, lâ ilahe illallah demiş olur.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 352)

 

Bir Yaz Okulu Rüyası

 

Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü 16-29 Temmuz 2018 tarihleri arasında Kerim Vakfı’nın destekleriyle tasavvuf çalışmaları konusunda yoğunlaştırılmış uluslararası bir yaz okulu düzenledi.

Yaz Okulu’nda yurt içinden ve dışından dünyaca ünlü profesörler dersler verdiler. Yurt dışından özellikle  Hz. Muhyiddin Arabî ve Hz. Mevlânâ gibi büyüklerin eserlerini İngilizceye tercüme edip yorumladığı çalışmalarıyla tanınan William C. Chittick, İslamofobi ile mücadele konusunda Amerika Birleşik Devletleri’ndeki en önemli akademisyenlerden olan Carl W. Ernst, Çin’de İslâm Düşüncesi ile İslâm ve Çin Medeniyeti konularında uzman Sachiko Murata ile Boston Üniversitesi’nden İbn Arabî uzmanı Prof. Dr. James Morris bu kapsamda yoğunlaştırılmış dersler verdiler. Ülkemizden ise Mahmud Erol Kılıç, Emine Yeniterzi, Cangüzel Güner Zülfikar ve Muhammed Bedirhan gibi konusundaki derin liyâkati herkesin mâlûmu olan Enstitümüz hocaları iştirak ettiler. Ayrıca yakın okuma grup çalışmalarında metin incelemeleri yapıldı ve halka açık paneller ile Süleymaniye Kütüphanesi ve Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’ne gezi ve etkinlikler düzenlendi.

Yapılan işin katkısını ve kıymetini takdir edecek liyâkata sahip olmamakla birlikte, katılabildiğim akşam ve haftasonu oturumlarının bende bıraktığı izlenimleri ya da kişisel açılımlarımı -bir talebe gözlüğü ile- paylaşmayı görev kabul ediyorum.

Türünün ilk örneği olarak düzenlenmiş bu çalışma  Türkiye dışında, Almanya, ABD, Çin, Hindistan, İngiltere, İran, Japonya, Kanada, Pakistan ve Umman’dan ve çok çeşitli meslekî alanlardan gelen 102 katılımcı ile çok renkli, çok sesli ve çok fikirli bir şölen gibiydi. Dikkatli gözler için sırf bu çeşitlilik bile içerikten bağımsız olarak İslâmiyet’i okuma ve yorumlama biçimimizde kültürün belirleyiciliğini ortaya koymak açısından oldukça öğreticiydi. Nitekim profesörlerin pek çoğu İslâmiyet’i ve onun hakikatini arayan İslâm tasavvufunu anlatırken farklı toplumlarda girdiği coğrafyanın kültürüyle damıtılmasının şaşkınlık verici örneklerini sundular. Çin’de 16. yüzyılda Wang Dai Yu isimli bir müslümanın çıkarak halkı kendi dilleri ve alışkın oldukları imgeler üzerinden İslâmiyet ile yeniden tanıştırmasını ya da bir başka örnekte Endonezya’nın Java adasında yapılan maske dansının arka planda İslâmiyet’e davet yöntemi olarak kullanılmasını dinledik. Farklı kültürlerin renklerine boyanma ve çeşitliliği ortaya koyma bakımından Yaz Okulu benim açımdan âlemlerin Rabbi’nin sonsuz ve sınırsız tecellisini kabım ölçüsünde müşahade etme zevki oldu. Bugüne kadar dini hep Arap eksenli bir anlayışla yorumladığım ve bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiş o yüce Peygamber’in tebliğine bu açıdan ne denli sığ bir bakış açısıyla yaklaşmış olduğumla yüzleşmem için adeta bir tokat niteliğinde idi.  

Bir diğer izlenimim, katılan tüm akademisyenlerin taşıdığı ortak tavır oldu. Hepsi alanında önemli başarılara imza atmış, dünya çapında otorite sayılan bu münevverler topluluğu bilimsel merakları ve kullandıkları araştırma metodları bakımından tipik bir akademisyen profili çizmekle birlikte her birini diğer disiplinlerdeki meslektaşlarından ayıran ve akademik davranış kalıplarının dışına çıkaran ortak bir özellik dikkati çekiyordu: Aşk. Meseleleri ortaya koyarken kişisel tecrübeyi, duyguyu ve yaşadıkları aşkı ifşa etmekten çekinmeyen, açık ve hatta kimi zaman oldukça coşkun bir duygusallık, tasavvuf gibi merkezinde Hak ve Hakk’ı aramak olan bir çalışma alanının akademik şablonların kabına nasıl sığamayacağını gözler önüne seriyordu.

Büyük mutasavvıf Kenan Rifâî’nin henüz 20. yüzyılın başlarında “Tasavvuf birgün akademilerde öğretilecek” derken eğitim kurumlarını yalnızca tekkelerin ikāmesi olarak işaret ettiğini sanmamak gerekir. Türkiye’de üniversiteler bilginin üretim kaynağı bakımından merkez olma rolünü bu alanda da devam ettirmeli ve tasavvufî araştırmalar üniversitelerde yapılmalıdır ki tasavvuf diğer disiplinlerle entegrasyonu sağlayabilsin. İnsanların farklı alanlarda mesleklerini icra ederken tasavvuf gözlüğü ile bakabilmeleri ahlâk-ı Muhammedî’ye uygun bir iş ahlâkının çalışma hayatının geneline yaygınlaşması için kritik olacaktır. Bu bakımdan bu çalışma, katılımcıların farklı bakış açıları kazanma ve yeni araştırma konuları bulması açısından akademik vizyon ile uyumlu idi. Bununla birlikte tekkeler “Din nasihattir” buyuran Efendimiz’in nasihatini hâl haline geçirmek için toplumun içindeki tüm bireylere ulaşan irfan yuvaları olarak yeniden yapılanmalı ve Anadolu’nun bin yıllık kadim geleneğini yaşatan bu kurumlar toplumdaki meşrû yerini yeniden bulmalıdır. Ancak o zaman bir yanda akademik eğitime erişimi olan intelijansiyanın takacağı tasavvuf gözlüğü diğer tarafta toplumun kılcal damarlarına yayılabilecek ve günümüz Türkiyesinin her bir ferdi içinden geçmekte olduğu bu türbülanslı dönemi, değerlerdeki aşınmayı ve toplumsal ayrışmaları sonlandırabilecektir.

Seçim

İnsanoğlunun hayatını icrâ etmede belli odak noktaları, belli mercekleri var. Görmek istediğini görmek istediği gibi görürken her şeyi değiştirdiğinin farkında olmaksa her zaman o kadar kolay olamayabiliyor. Hâlbuki insan, inandığını yaşıyor.

 

Yüzümüzün gülmesiyle değiştirebileceklerimiz:

1) Kendimiz.

 

Hepimiz hayatımızı en yüksek seviyede mutlu olabileceğimiz şekilde düzenlemeyi mi istiyoruz? Yoksa bazılarımız, bazen mutsuzluktan, sorundan, karmaşadan beslenmeyi mi tercih ediyoruz?

Mutluluk odaklı ve mutsuzluk odaklı hayata dair bazı gözlemlerim oldu. Gördüğüm örnekler içinde öyleleri vardı ki beni hayrete düşürdü ve içimi yazma iştiyâkıyla doldurdu. Neredeyse tüm istekleri gerçekleştiği hâlde mutluluğu hissetmekten uzak duran, ne olursa olsun mutlu olmayan insanlarla beraberdim. Bu insanların tutumları sebebiyle, o güzel atmosferin içinde büyük hayal kırıklıklarına düçâr olan insanlarla da beraberdim. İki taraf için de bir şeyler yapmaya çalıştım, iki tarafın canının yanışını da paylaştım, onlarla beraber benim de canım yandı. Mutluluğu kovalarken, can havliyle topa şiddetle vuran oyuncunun topu sahadan dışarı atışına benzer şekilde ben de güzel tekmeler savurdum. Sonra gördüm ki, mutluluk kovalanacak bir şey değildi. Anlatılarak aktarılabilecek bir şey de değildi. Sadece arzu edilebilecek ve de tercih edilebilecek bir parçamızdı. O da diğerleri gibi bizden ayrı değildi.

Tekrar örnek vak’ama döndüm. Görünüşe göre belli bir konuda hedeflenen/tasavvur edilen her şey ve belki de fazlası gerçekleşmişti. Esâsında onların mutluluğu bu şeylerin olmasına bağlı gibiydi, hep istedikleri, hep konuştukları bunlardan ibaretti. Ancak şu hâl içerisinde her şey önlerinde hazırken, onlar neden mutlu değildiler?

Kendi mutluluklarını önemsemedikleri gibi, diğerlerinin mutlu veya mutsuz olmasıyla ilgili bir fikirleri de yoktu. Oysa iyilik yapmak veya bir şekilde yardıma koşmak onların her zaman yaptığı şeylerdi. Ama kendilerine değil… Yüzleri gülmüyordu.

Yüz gülmeden, şükür oluyor muydu? Şükür olmadan, yüz gülüyor muydu?

Benim bu durumdan çıkardığım sonuç ise şu oldu: Tövbe için niyet ederken, yüzümüzün gülmediği her an için tövbe edebilmeyi dilemek gerekiyordu. Sadece tebessüm edebilmek için dudaklarımızı kıvrılmaya zorlamak değil; içimizle ve dışımızla samimi şekilde gülümseyebilmek yapabileceğimiz en iyi, en doğru seçimdi.

Başarı buydu, gol buydu, şampiyon ‘Tebessümspor’du!

Kayınbabam Ameer Raschid

86 yıllık hayatını geçen kurban bayramının ikinci günü noktaladı Ameer (Emir) Bey. İlginç bir hikâyesi olduğunu isminin yazılışından tahmin edebiliyor insan. Babası Abdurraschid (Abdurreşid) Amerika’da doğan oğlunu “Emir” diye adlandırdığında, bu isim İngilizce harflenmiş. Fakat soyadı Raschid, babasının aslen Avusturya İmparatorluğu vatandaşı bir yahudi olması sebebiyle Almanca yazılışa sahip.

Avusturya topraklarında yaşadığı zamanlarda “Doğu” mâneviyatına merak salan babası Abdurreşid Bey, sonu bugünkü Pakistan’a varan bir yolculuğa çıkar. Orada tanıştığı müslümanlardan etkilenerek tevhid dinini kabul eder ve müslüman olur. Birinci Dünya Savaşı sıralarında, genç Abdurreşid Amerika’ya göçmeye karar veren ailesini  takip eder. New York limanında kendisini karşılayanlar, uzun sakalları sebebiyle onu tanımakta güçlük çekerler.

Ailesinin Yahudi cemaatinin yönlendirmesiyle bir tütün fabrikasında iş bulur ve Emir Bey’in annesi olacak Macar Yahudisi bir kızla burada tanışır. Müslüman olmayı kabul etmesi şartıyla bu kıza evlenme teklif eder. Emir Bey’in anne ve babası böylece evlenirler.

İşte kayınpederim Ameer Raschid, Musevilik’ten İslâm’a geçmiş bu iki gencin evinde, İngilizce konuşulan bir dünyada kimi zaman babasının Almanca’sını, kimi zaman annesinin, özellikle de sinirlendiği zamanlarda, Macarca’sını dinleyerek büyür. O zamanların New York’unda beyaz müslüman olarak herhalde başka örnekleri yoktu. Helâle en yakın şeriatı olduğu için Koşer sosisler, etler yiyerek büyümüşler küçük kardeşi Enver Bey ile. Amerika’da yaşayan kızının her ziyaretinde bu koşer sosislerden ısmarlardı. O lezzet onu iki büyük savaşın arasındaki çocukluk günlerine götürüyordu belki de…

Henüz yirmibeş yaşında bir delikanlıyken, babasıyla Hacc’a gitmek nasib olmuş. Yaşlıca olan babasına nasıl hizmet ettiyse, onun bu şefkati Türk kafilesinden bir beyin dikkatini cezbetmiş. Eyüp’te büyüttüğü beş kızını da helâl süt emmiş delikanlılarla başgöz etme niyetinde olan bu bey, genç Ameer’in babasına bu düşüncesinden bahsetmiş.

Hac dönüşünden hemen sonra genç Emir, daha annesinin anadilini dahi tam konuşamadan, hiç bilmediği Türkiye’ye doğru yola çıkmış. Niyeti müslüman bir kız ile evlenmek… Allah babasına olan hizmetinin karşılığında, ona müslüman bir Çerkez kızını nasib etmiş. Bu kısa fakat çok önemli geziden aklında kalan en önemli iki şeyden biri evliliği, diğeri ise hayatının sonuna kadar lezzetini aradığı Sultanahmet köftesi olmuş.

Evlenir evlenmez beraberce Amerika’ya taşındıkları kayınvalidemle ilk yıl neredeyse hiç konuşamamışlar. Üç kız ve bir erkek çocuğa bakabilmek için yaklaşık iki saatlik yoldaki eczanedeki işini bulmak kolay olmamış. Mülâkatlarda işverenlerine günde beş vakit namaz kılmak durumunda olduğunu söylüyormuş. Patronları namazın ne olduğunu dahi bilmediklerinden, elini yüzünü yıkayıp, sessiz bir köşede ibâdetini nasıl yaptığını anlatıyormuş.

Bir gün iş yerine yakın bir camide Cuma namazını kıldıktan sonra, çoğunluğu siyâhî olan cemaatten bir kişi, kendisini Malcolm X ile tanıştırmak istemiş. Merhum Malcolm X, bu sarı saçlı, mavi gözlü müslüman Amerikalı’yı pek merak etmiş. Küçük bir sohbetten sonra kayınpederimi yemeğe davet etmiş. Emir Bey bana bu olayı anlatırken çok korktuğunu itiraf etmişti. İşini bahane ederek teklifi kibarca reddetmiş. Bu olaydan yaklaşık iki hafta sonra Malcolm X şehid edilmiş.

Emir Bey emekli olunca belki biraz da Türk köftesine yakın olmak fakat daha da önemli olmak üzere ezan sesini duymak için Türkiye’ye taşınmaya karar vermiş. Kızıyla tanışıp kendisinin damadı, evlâdı olabilmek de bu kararı vâsıtasıyla fakire nasib oldu.

Emir Bey her kul gibi hatalarıyla, kusurlarıyla Rabb’inin mağfiretine sığınan bir mü’mindi. Namazını hiç kaçırmaz, beraber olduğumuz sürece de cemaatle kılmaya gayret ederdi. Yalan söylemeyi bilmezdi. Helâlden başka lokma yemediğine ve yedirmediğine kayınvalidem bizzat şâhittir.

Onu İstanbul topraklarına defnettikten sonra seneler önce babasına Hac ziyareti sırasında yaptığı hizmetler aklıma geldi. Sulbü tâ Avusturya’lardan, Macaristan’lardan gelip, Amerika’larda yoğrulup sonunda bir Türk vatandaşı olarak son vatanında ebedî istirahatine çekildi.

Ben kayınpederimi çok sevdim. Allah ve onun Habîbi de sevsin.

Âmin.

Büyük İslâm Mütefekkiri Ahmed Avni Konuk

Büyük İslâm Mütefekkiri Ahmed Avni Konuk

Ahmed Avni Konuk, vefatının 80. yılında Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü tarafından düzenlenen Büyük İslâm Mütefekkiri Ahmed Avni Konuk” başlıklı panel ile 4 Kasım Pazar günü anıldı.

Panelin açılış konuşmasını, Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü Müdür Yardımcısı Prof. Dr. Emine Yeniterzi yaptı. Yeniterzi, Ahmed Avni Konuk’u insan olma sanatında başarıya ulaşmış şahsiyetlerden biri olarak nitelendirdi. Verdiği eserlerle çalışma azmi ve şevki ile dikkat çektiğini belirtti.

Üsküdar Üniversitesi Rektör Danışmanı, mutasavvıf-yazar Cemâlnur Sargut takdim konuşmasına, Prof. Dr. Mustafa Tahralı’ya teşekkür ederek başladı. Tahralı’nın kazandırdığı eserlerle Ahmed Avni Konuk’u takip etme imkânına ulaştığımızı ifade etti. Sargut, “Ken’ân Rifâî Hazretleri, ‘Öğrendiklerini kimlere anlattın Meşkureciğim?’ diye sorarlarmış anneme. Bu yolda öğrenmeye ve öğrendiklerimi de paylaşmaya çalışıyorum ben de. Bir ömrü böyle geçirdiğim için şükürler olsun.” dedi.

Ahmed Avni Konuk’un hayatının anlatıldığı kısa belgesel gösteriminin ardından, panelin konuşmacıları yerlerini aldılar. Oturum Başkanının Mustafa Tahralı’nın olduğu programda,  Dr. Savaş Barkçin “Ahmed Avni Konuk ve Tevhid Mûsıkîsi”, Prof. Dr. Safi Arpaguş “Ahmed Avni Konuk ve Mesnevî-i Şerîf Şerhi’nin Tasavvuf Çalışmaları Açısından Önemi”, Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç ise
“Ahmed Avni Bey’in Fusûsu’l Hikem Şerhi” konulu bildirilerini sundular.  

Oturum Başkanı Prof. Dr. Mustafa Tahralı konuşmasında, 1960’lı yıllarda Ahmed Avni Konuk’la nasıl tanıştığını, Fusûs Şerhi’nin yeniden basım için 1980’lerden bugüne geçen süreci anlattı. Teknolojinin hayatımızdaki yerine değinen Tahralı, matbaa aşamasından bürokrasiye kadar yaşadıkları zorlukları dile getirdi. İncelikle yapılan çalışmalar neticesinde, Ahmed Avni Konuk’un eserlerinin açığa çıktığını belirten Tahralı, “İnşallah anlamak nasip olsun. En zor tarafı aslında bu.” diyerek sözlerini tamamladı.

Dr. Savaş Barkçin, Hocası Ali Sarıgül’ü yâd ederek konuşmasına başladı. Hocası sayesinde, Ahmed Avni Konuk ile tanıştığını dile getirdi. “Allah, bizi böyle güzel zatları tanıyanlardan ve tanıtanlardan eylesin.” diye niyazda bulunan Barkçin, bir geleneğe, böyle meşk halkasına dahil olmanın şükrünü ifade etti. “Can Sesi, Aşk Nefesi” isimli albümle mûsıkîye değinen Barkçin, sanat ve güç kavramlarının bir arada olamayacağının altını çizdi. “Bize bu zatların ahlâkları lâzım. Eserleri de ahlâklarını gösterdiği için önemli. Her bir satır, ayrı bir umman.” diye konuştu.

Prof. Dr. Safi Arpaguş, Mesnevî-i Şerîf Şerhi üzerine bir tebliğ sundu. “Mesnevî, sadece Mevlevîhânelerde okunan bir metin değil, medeniyete anlam veren bir köşe taşı olarak yer alır.” diyen Arpaguş, Mesnevî’nin düşünce ve dil dünyamıza etkileri üzerine bir konuşma gerçekleştirdi.

Birinci oturumun ardından kısa bir ara verildi. Programın ikinci oturumu Tasavvuf Mûsıkîsi’nin günümüzdeki değerli temsilcilerinden Elif Ömürlü Uyar’ın icrâ ettiği güftesi ve bestesi Ahmed Avni Konuk’a ait olan eser ile başladı. Ahmed Avni Konuk’un, Hocası Zekâî Dede’nin vefatı üzerine yazdığı ve sûzidil makamından kâr olarak bestelediği güfte ile gönüller huzur buldu.

Ey bülbül-i hoş-nevâ, hamûş ol
V’ey kalb-i hazîn, zehir-nûş ol
Üstâd-ı hüner Zekâî gitti
Ey bank-i âdem, sürûd-gûş ol
Avnî dil-i zâre teliyet yok
Ey eşk-i dü dîde, pür-hurûş ol

Dinletinin ardından Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, “Ahmed Avni Bey’in Fusûsu’l Hikem Şerhi” konulu bir konuşma yaptı. Kılıç, Ahmed Avni Konuk’un yazdığı Türkiye Kültür Bakanlığı’na bağlı Yazma Eserler Kurumu tarafından dört cilt olarak basılan Ahmed Avni Bey’in Fusûsu’l Hikem Tercüme ve Şerhini dinleyicilere okumalarını önerdi. Kılıç, bir hikmet kitabı olan, “Fusûsu’l Hikem Şerhi”nin mikro kozmozdan makro kozmoso yaptığı açılımlara değindi. “Ahmed Avni Bey, yapmış olduğu ‘Fusûs’l Hikem Şerhi’nde bol miktarda, Mesnevî’den alıntılar yapıyor. Aynı şekilde, Mesnevî Şerhi’nde de ‘Fusûs’l Hikem’den alıntılar yapıyor. Bu sentez, bu terkip muhteşem bir terkiptir. İslâm irfanında zirvedir. Lütfen bunu muhâfaza edelim. Bunun üzerinde duralım, bunun üzerine konuşalım, tartışalım. Bir irfan üreteceksek, bu gelenekten üreteceğiz. Muhyiddin-i İbnü’l Arabî ve Mevlânâ’nın çizgisi bu ülkenin ana omurgasıdır. Anadolu İslâmı’nın ana omurgasıdır ve İslâm dünyasını da ihyâ edecek ana eksendir. ” diyerek bu eserlerin önemi üzerine bir sunum gerçekleştirdi.

Değerlendirme konuşmasına Prof. Dr. Mustafa Tahralı, “Tohum toprağa saçılmışsa, mutlaka torunlar buradan konuşmaya başlayacaktır, yazmaya başlayacaktır. Fusûs ve Mesnevî Şerhi’nde hem çalışan, hem anlayan insanları bekleriz.” sözleriyle başladı. Tahralı, “Mülk, Allah’ındır. Devam ettirmek istiyorsa, kulunu yaratır; devam ettirmek istemiyorsa da biz ne kadar çalışırsak çare yok. Eskiler bunu biliyorlardı, bunun için hiç üzüntüye kapılmadılar. ‘Allah bizimle beraberdir.’ âyeti kerimesi üzerine tevekkülde bulundular. Dilerim ki, bu eserleri anlayan gençler yetişir. Bu Türkiyemiz için kazançtır. İslâm âlemi için kazançtır. Bütün dünya için kazançtır. Neticesi Hakk’a ârif kul olmaktır.” diyerek paneli sırladı.

Editörden (Temmuz-Ağustos-Eylül 2018)

Merhabalar Her Nefes Dostlarımız,

 

Temmuz-Ağustos-Eylül 2018 sayımızda Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü’nün Kerim Vakfı’nın desteğiyle 9-11 Mart 2018 tarihlerinde organize ettiği I. Uluslararası Tasavvuf Araştırmaları Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu’nda sunulan bildirilerin dergimiz için hazırlanan özetlerini yayınlamaya devam ediyoruz. Buna ek olarak, vazgeçilemez konumuz “Allah aşkı ve hayatımızda tasavvuf”, dergimizdeki yerini korumaya devam ediyor.

 

Ramazân-ı Şerif’in bereketinden Kurban Bayramı’nın lûtfuna yöneldiğimiz bugünlerde, temennimiz Ramazân-ı Şerif’te Rabbimizin lûfettiği sınırsız bereketten, Kurban Bayramı’nda nefislerimizden geçerek Rabbimize kul olma nimetine O’nun istediği gibi ilerleyebilmektir. Bugünlerin kıymetini bilelim inşaallah.

 

15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Gününü ve 30 Ağustos Zafer Bayramını da içine alan bugünlerde, vatan müdâfaası yolunda, bu millet ve memleket için canını hiçe sayıp şehâdet şerbetini içmiş tüm şehitlerimizi de rahmetle, sevgiyle ve saygıyla anıyoruz.

 

Onlar, vatan müdâfaası için şehâdet şerbetini içerken, hem bu ülkenin münbit toprağında yetişen insanımızın cesâretini hem de “önce vatan!” diyerek kişisel çıkar ve benliklerin ötesine geçmek sûretiyle vatan uğruna kurban olmanın hakikatini bizlere gösterdiler. Allah bizleri kahraman ceddimize lâyık kılsın. İnşaallah haklarını bizlere helâl etsinler; zîra onlar canlarını bizler için verdiler. İnşaallah bizler de –inşaallah- helâl ettikleri emânetlerine onlar kadar sahip çıkabilelim.

 

Bugünlerin ruhumuza rahmet, gönlümüze bereket ve hizmet aşkı olması temennisi ile eksiklikleri bizlere, güzellikleri her şeyin sahibine ait olarak, mütevâzı sayımızı sizlere sunuyoruz. Hoşgeldiniz.

 

Sohbetler (Temmuz-Ağustos-Eylül 2018)

 

– “Bütün bu görünen kesret, hakikatte vahdettir. Harem-i Şerif’te binlerce insan bulunur, kimi namaz kılar, kimi zikreder, kimi Kur’an okur, kimi salât ü selâm getirir, kimi yâ Resûlallah! diye nida eder. Fakat bu seslerin bir araya gelmesinden hâsıl olan sadâ, bir Hû sesidir.

Hep Hû duyulan cümlesi bir hoşça sadadır. Amma ne nevadır. Bütün renklerin birleşmesinden beyaz renk zuhur ettiği gibi, bütün seslerin birleşmesinden hâsıl olan sadâ da Hû sesidir!”

 

Kenan Rifâî, Sohbetler, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 35.

 

*****

Sûret ve mânâ hakkında konuşulurken:

– “Kırk sene dervişlik etmiş bir kimseye: Bir müşkülünüz varsa buyurun sorun! demiştim. O da sual olarak, tesbihi çekerken nasıl tutmak lâzım geldiğini, düz tutulursa Sırat’ın kolay geçileceğini ve daha buna benzer çeşit çeşit sualler sordu.

Tesbihle Sıratın alâkası ne? İster yukarı tut, ister aşağı… hiçbirinin fâidesi de yok zararı da.

Sen kendine bak, kendini doğru tut. Bu kâfidir.

Sırat, tesbihin suretiyle değil, mânâsıyle alâkalıdır. Tesbih demek, Allah’ı tenzih etmek, birlemek demektir; bunu yapabiliyor musun?”

 

Kenan Rifâî, Sohbetler, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 38.

 

******

  • İki defa doğmayan melekût ve semâvattan ileri geçmez, deniyor. İkinci doğuştan maksat, ihtiyârî ölüm değil midir?
  • “Birinci doğuş, cümlenin malûmudur: Anadan doğmak. İkinci doğuş ise ihtiyârî ölümdür. Yoksa tabiî ölümle ölen kimse, tabiat anasından ikinci defa doğmuş olmaz. Tabiî ölümle ölenler ekseriya anâsırda kalır, ileri geçemezler. Hadîs-i şerîfde de: İrâdenle öl, saadetle hayat bul! buyuruluyor.”

 

Kenan Rifâî, Sohbetler, İstanbul: Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 39.

 

“FUAT SEZGİN HOCA”

 

Yaklaşık sekiz yıl kadar önce güneşli bir bahar günü Gülhane Parkı’nda geziyordum. Ulu çınarların üzerine yuvalanan leylekleri, harika çiçek düzenlemelerini seyrederken karşıma büyük bir küre çıktı. Günümüz coğrafî verilerine çok yakın, fakat yine de bazı eksikleri olan bir dünya haritasının üzerinde neredeyse tüm kıtaları görmek mümkündü. Bu kürenin ne olduğunu merak edip yerde duran levhaya baktım: Halife Memûn zamanında (9. yy) yaptırılan dünya haritası. Bir an şaşırdım. Bize öğretilene göre, Dünya’nın küre şeklinde olduğunu ilk bulan Galileo Galilei idi. Küre, iki katlı, uzunca, zarif fakat Gülhane’nin doğallığını bozup ön plana çıkmayacak kadar mütevâzi bir binanın önüne yerleştirilmişti. Binanın kapısında “İstanbul İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi” yazıyordu. Mühendislik eğitimi almış biri olarak derin bir merak uyandıran bu müzeye girmeye karar verdim.

İçeride coğrafyadan tıbba, kimyadan matematiğe, astrolojiden biyolojiye kadar tüm ilimler üzerine Müslüman bilim adamlarının hizmetleri tasvir edilmişti. Aslına uygun modelleri, el yazmalarının orijinallerini, buluşların ana temalarını anlatan modelleri gezerken geçen zamanı anlayamadım. Binanın iki katında uzun iki koridor olarak düzenlenmiş müzenin çıkışına geldiğimde, güvenlik görevlisi artık kapatma zamanının geldiğini haber verdi.

 

Fuat Sezgin Hoca’yla ilk tanışmam müzenin çıkışında sergilenen birkaç kitabı vâsıtası ile oldu. Sadece İslâm Bilim Tarihi değil, genel anlamda Bilim Tarihi hakkında bu ufuk açıcı çalışmaların sahibi hocamızı daha yakından tanımak için sergilenen kitaplardan birini satın almak istedim. Maalesef bu kitaplardan hiçbiri müzede satılmıyordu. Günün geri kalan kısmını Eminönü’nde ve Kadıköy’de bulabildiğim en büyük kitapçılarda Hoca’nın kitaplarını arayarak geçirdim. Tek bir kopya dahi bulamadım. Sonunda internet üzerinden sipariş vererek sabırsızlık içinde beklemeye koyuldum.

 

“Bilim Tarihi Sohbetleri” Fuat Hoca’nın hayatı, fikirleri ve İslâm Bilim Tarihi hakkında ilgi çekici bulguları hakkında çok kısa bir kitap. Bu kitapta Hoca’nın günde on yedi saatini adadığı çalışmalarını, ilmi uğruna vatanından ihraç edilişini, kimseye gönül koymadan, azimle ve sebatla Almanya’da çalışmalarına hangi şartlarda devam ettiğini okudum. Almanya’ya ilk geldiğinde neredeyse açlık çekecek kadar yoksul olmasına rağmen, çalışmak istediği dal olmadığı için başka bir konuda kendisine teklif edilen akademik görevi reddedişi karşısında bir dostu ona çok kızmış. Ancak yıllar sonra, ortaya çıkan eseriyle Kral Faysal Ödülü’ne lâyık görülünce bu dostu kapısını çalıp seneler önce verdiği tepkiden dolayı kendisinden af dilemiş.

 

Ona öfkelenen dostu gibi, ben de Fuat Hoca’yı anlamakta güçlük çekiyorum. Doktoramı bitirdikten sonra, ilime akademisyen olarak hizmet etmekten vazgeçmiştim. Günümüzün birçok bilim insanıyla tanışma fırsatım oldu. Nobel ödüllü hocaların derslerini dahi dinlemek nasip oldu. Fakat hiçbirinde, Fuat Hoca’nın ilme olan aşkını göremedim. Fuat Hoca’nın on yedi ciltlik eserinde anlattığı kimya ilminin kurucusu Câbir İbni Hayyân, devesinin adımlarını sayarak ve trigonometri kurallarını uygulayarak ekvatorun uzunluğunu çok küçük bir hata ile hesaplayan Birûnî ve daha niceleri Fuat Hoca’nın uzak diyarlardan kardeşleriydi âdetâ. Bu muazzam müfekkirler, ilim adına ne bulsalar inceleyip “ben değil, o buldu!” diyebilecek tevâzuyla Yunan bilim mirasını günümüze taşıyanlardı. Onlar atıflı bilim metodunun temellerini hadis ilmiyle kuran, yaptıkları hizmette ancak kendi katkılarının altına imza atıp hocalarının ve seleflerinin isimlerini yaşatanlardı. Fuat Hoca’nın deyişiyle, bilgilerini kendilerine ait bir metâ değil, insanlığın ortak değeri olarak görüyor, sahiplenmek yerine paylaşmayı arzuluyorlardı. Hepsinden önemlisi, ilmi bir ticârî kazanç değil, mânevî bir doyum aracı ve Allah’ın sünnetini keşfetmede bir vâsıta olarak gören hizmetkârlardı. Bu sebeple birçoğu, tabiat ilimlerinin yanı sıra, kelâm, hadis, tasavvuf gibi mânevî ilimlerde de ilerlemişlerdi. Fuat Hoca’yı günde on yedi saat çalışma şevkiyle dolduran belki de bu yitik kardeşlerine duyduğu hasretti.

 

Meşkûre Annemizin, imansız ilimin sonunun ahlâksızlığa varacağı hakkında uyarısını tekrar duyar gibi oldum. Günümüz teknolojisi ne kadar ilerlese de dünya ileri mi yoksa geri mi gidiyor kestirmek güç. Bilimsel gelişmelerin artık tek amacı güç tesis etmek, kâr etmek, şöhret sahibi olmak, ödül almak oldu. Fuat Hoca’nın da kardeşlerinin yanına gitmesiyle etrafımızda bu aileden kaç kişi kaldı, kim bilir?

 

Dileğim odur ki, Hoca’nın hizmetleri boşa çıkmasın. Onun eserleri vâsıtası ile günümüz dünyasından çok farklı bir âlemi hep beraber keşfedelim. Sevgili Peygamberimizin deyimiyle inananlar olarak “yitik malımız olan ilmin” peşine düşelim. O yolda nefsimizi bilelim, Rabbimizi bilelim.

 

Fuat Hocam, nûr içinde yat!

İNSÂN-I KÂMİLDEKİ FERDİYET TECELLÎSİ

 

Tasavvuf literatüründe, Hak ve hakîkate erişme yolunda müritlerine örnek olan, onları irşat ile rehberlik eden kimseye, şeyh, mürşit denmektedir. Mürşid-i hakikî ise sadece Hz. Peygamber’dir (Hakîkat-i Muhammedî). Dünyâ âleminde zâhir bir velî üzerinden irşat vasfını yürüten asıl mürşit her zaman Hz. Muhammed’dir ve bu hiçbir zaman değişmez.

 

Tasavvufta mürşit olan insân-ı kâmil ney veya ayna metaforlarıyla anlatılabilmektedir. Mürşit, ayna gibi sadece kendisinde görüneni gösterendir, ney gibi sadece kendisine üfleyenin sesini verendir. O, kendinde tecellî edeni gösterici bir berzahtır. Mürşit, Allah’tan başka varlığın olmadığını “yokluğuyla” anlatan, gösterendir.

Tecellî kelimesine baktığımız zaman ise ana anlamının “görünme, belirme, görünür olma, zuhur etme” şeklinde olduğu görülmektedir. Tecellî, kelime anlamı itibariyle tecellî eden ve edilenin varlığını gerektirir. Kişi veya eşyâ, kaynağı kendinde bulunmayan bir etkiyi kendi üzerinde gösterme, bir zuhur yeri olma niteliği taşır. Zuhurun olması için bir mazharın olması gerekir. Bir mazhar varsa da, onda bir zuhur eden var demektir. Bu ikilik, görme işleminin olması için gerekli zemini sağlamaktadır.

 

Görme işlemi için gerekli olan, bir görünenin bir de görenin olmasıdır. Ancak görünen ve görecek olan hâli hazırda ortada bulunsa da bu görme işlemi kendiliğinden gerçekleşmeyebilir. Yaradılışın yani bu ikiliğin gāyesinin “görme-şâhit olma” eyleminin gerçekleşmesiyle açığa çıkmaya başlayacağı kabul edilirse, varlığın bir mânâ bulması onun “görme-şâhit olma” niteliğini taşımasına bağlıdır. Nitekim insanın Müslüman olması da Allah’ın varlığını bilmesi ve kabul etmesine değil, kelime-i şehâdet getirmesine bağlanmıştır. Şâhitlik ise görmeden gerçekleşemeyen bir durumdur.

 

Bu doğrultuda, “görünen-gören” ikiliğindeki amacın hâsıl olabilmesi için iletişim şablonuna bir üçüncü faktör olarak “gösteren” girmektedir. Bu üçlü iletişim sahası, varlığı anlamlı kılacak bir bütünlük arz etmektedir. Görünen Cenâb-ı Hakk ile onu görecek olan kişi arasında doğru iletişim kurulması açısından ihtiyaç duyulan insân-ı kâmil, “gösteren” görevini îfâ etmektedir. Ancak kul olan insân-ı kâmilin Cenâb-ı Hakk’ı gösterişi de kendinden kaynaklı bir durum değildir. Burada Ferd ismiyle tek olan Allah, kendini ancak kendisi ile göstermektedir.

 

Ferd kelimesinden türeyen ferdiyet, “Teklik, birlik, vahdâhiyet” anlamını hâizdir. Ferdiyet makāmı, aynı zamanda cemü’l cem makāmı olarak da adlandırılmaktadır. Cemâlnur Sargut, Hz. İbrâhim kitabında “…Kişi bütün farklılıkları bir görürse Allah ismini idrak etmiş olur. Biraz daha tekâmül ederse cemü’l cem makamına çıkar. O zaman da Allah ismini bu sefer herkesin âyân-ı sâbitesinde seyretmeye başlar. Bu mertebe âmâ mertebesidir. Bu da Muhammedî kemâlin son mertebesidir.” der. Bu makāmı daha açık olarak ise şöyle özetler: “Cem demek, her şeyin Allah’tan olduğunu idrak etmek demek. Ettik; başka biri kalmadı, cemü’l cem’de sen tekrar dünyaya dönersin ve ama yalnızsındır; ve Allah’ın istediği gibi dünyada hareket etmeyi etrafına öğretirsin.”

 

Bu noktada yalnızlık vardır artık. Allah’ın ferdiyet sıfatı, ikincisi olmayan bir tekliği ifade etmektedir. Bütün oluş, o tekliğin içindedir ve kişi o tek nokta hâlindedir. Hiçlik olarak adlandırılan bu durumda varlığın silinmesi, tasavvufî düşünceye âşinâ olmayan çevreler tarafından şahsiyetsizlik şeklinde yanlış algılansa da bu durum aslında kesin olarak şahsiyet hâline gelmekten, ferd olmaktan ibârettir. Şahsiyet, hüviyet yalnız Allah’a âittir. İşte insân-ı kâmildeki ferdiyet tecellîsi, o tek hüviyetin, tek şahsiyetin hâkimiyeti ve yalnızlığıdır.

 

İnsân-ı kâmildeki ferdiyet tecellîsini anlamak için birkaç örnek üzerinden gidilebilir. Ebu’l Hasan Harakānî Hazretleri’nin mürşidlerinden olduğu belirtilen Ebu’l Abbas el-Kassâb Hz. şöyle demektedir:

 

“Allah’ı Allah arar, Allah’ı Allah bulur, Allah’ı Allah bilir!

Allah’tan başka Allah’ı talep eden biri bulunsaydı, Allah’ın iki olması lâzım gelirdi.”

 

Ebu’l Abbas el-Kassâb Hz.’nin bu sözleri, Ferideddin Attar’ın Tezkiretü’l Evliyâ’sında yer almakta ve Attar onun için “dergâhın cüretkârı” tārifini kullanmaktadır.

 

Sâmiha Ayverdi, Hancı kitabında bu mânâyı açarak, biraz önce bahsettiğimiz iletişim şablonundaki “gösteren” vazifesiyle yükümlü insân-ı kâmile şöyle seslenmektedir: “Ey Hakk’ı bildiren, O’na götüren, perdeyi kaldırıp O’nu gösteren… Hakk’ın var olduğunu, varlığın Hak olduğunu, görünenin gösteren, gösterenin görülen olduğunu bildiren!”

 

Yine Sâmiha Ayverdi, Mâbette Bir Gece eserindeki şu cümlesiyle bu mânâyı bir derece daha açmaktadır: “Her ne ki görülür, o var değildir; varlık gösterici bir yokluktur. Her ne ki görülmez, o, yokluk perdesiyle gizlenmiş bir varlıktır.” Anlaşılmaktadır ki, görünen-görünmeyen/yokluk-varlık açılımı ile insân-ı kâmilde tecellî eden “gösterici” kudret, yine Allah’ın ferdiyetiyle zuhura gelmektedir.

 

YARARLANILAN KAYNAKLAR:

Attar, Feridüddîn. Tezkiretü’l Evliyâ, Çev. Süleyman Uludağ, İlim ve Kültür Yayınları, Bursa, 1984

Ayverdi, İlhan. Kubbealtı Lugatı: Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2010

Ayverdi Sâmiha. Hancı, Kubbealtı Neşriyatı-30, İstanbul, 2011

Ayverdi Sâmiha. Mâbette Bir Gece, Kubbealtı Neşriyatı-2, İstanbul, 2014 (Ocak)

Cîlî, Abdülkerîm. Hakîkat-i Muhammedîyye, Çev. Muhammed Bedirhan, Nefes Yayınları, İstanbul 2012

Cîlî, Abdülkerîm. Âriflerin Mertebeleri, Çev. Muhammed Bedirhan, Nefes Yayınları, İstanbul 2014

Hücvirî, Ali b. Osman Cüllâbî. Keşfu’l-Mahcûb, Haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2010

İbn Arabî, Muhyiddîn. Fütuhât-ı Mekkiyye, Çev. Ekrem Demirli, 2. Cilt, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2007

İbn Arabî, Muhyiddîn. Fütuhât-ı Mekkiyye, Çev. Ekrem Demirli, 3. Cilt, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2006

İbn Arabî, Muhyiddîn. Fütuhât-ı Mekkiyye, Çev. Ekrem Demirli, 6. Cilt, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2007

İbn Arabî, Muhyiddîn. Fütuhât-ı Mekkiyye, Çev. Ekrem Demirli, 8. Cilt, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2008

İbn Arabî, Muhyiddîn. Fütuhât-ı Mekkiyye, Çev. Ekrem Demirli, 10. Cilt, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2008

Mısrî, Niyâzî-i Muhammed. İrfan Sofraları, Çev. Süleyman Uludağ, Emel Matbaası, Ankara, 1971

Rûmî, Mevlânâ Celâleddîn. Dîvân-ı Kebîr’den Seçme Şiirler, Çev. Mithat Baharî Beytur, MEB Yayınları, İstanbul, 1995

Rifâî, Ken’an. Şerhli Mesnevî-i Şerif. Kubbealtı Neşriyatı-76, İstanbul, 2010

Rifâî, Ken’an. Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı-75, İstanbul, 2014

Rifâî, Ken’an. İlâhiyât-ı Ken’an. Haz. Mustafa Tahralı, Cenan Eğitim Kültür ve Sağlık Vakfı Neşriyatı, İstanbul, 2013

Sargut, Cemâlnur. (Derleyen). Hz. Âdem, Nefes Yayınları, İstanbul, 2011

Sargut, Cemâlnur. (Derleyen). Hz. Şît, Nefes Yayınları, İstanbul, 2011

Sargut, Cemâlnur. (Derleyen). Hz. İbrâhim, Nefes Yayınları, İstanbul, 2014

Sargut, Cemâlnur. (Derleyen), “Niyâzî-i Mısrî İrfan Sofraları-1”, Nefes Yayınları, İstanbul, 2017

Sargut, Cemâlnur. Allah’ıma Sefere Çıktım, Nefes Yayınları, İstanbul, 2014

Sargut, Cemâlnur. Açık Denize Yolculuk, Nefes Yayınları, İstanbul, 2014