Yazılar

HİZMETLE YANAN ÇERAĞ

 

İnsan ya başkalarının kusurlarıyla ya da kendi süsü püsü ile uğraşmaya meyillidir. Gözünü dışarıya dikip kendi kusurlarını görmemek için elinden geleni yapar. Birçoğumuz bu halde iken, Kars’ın mânevî sultanlarından olan Ebu’l-Hasan Harakānî Hazretleri (v. 1033) de vaktini ve enerjisini halka hizmet ile geçirmiş bir âriftir. Bütün büyük üstadlar gibi Hz. Harakānî’nin örnek hayatı, sözleri ve mânevî tasarrufu bugünümüze ışık tutup bize yol göstermektedir.

Feridüddin Attar’ın eserinde onun hayatını ve yaşayışını özetleyen bir sözü şöyledir: “Âlim sabah kalkar ilmini arttırmak için çabalar; zâhid de zühdünü arttırmak ister; Ebu’l-Hasan ise bir kardeşin gönlüne yücelik ulaştırma derdindedir.” Bu söz bize ârifin hayatını da özetler niteliktedir. Böylece âlim, zâhid ve ârif arasındaki fark da ortaya çıkmaktadır. Buna göre, âlim daha çok ilmi ile, zâhid ise daha çok ibâdet ile uğraşır. İkisi de aslında kendi nefsini düşünmektedir. Âlim daha çok bilince Allah’a yaklaşacağını umar, zâhid ise daha çok ibâdet ile Allah’ı bulacağını zanneder. Oysa Hz. Harakānî, Allah’ı bulma ve O’na kavuşma yolunun halka hizmet olduğunu söyler. Tabiî ki ilmi ve ibâdeti küçümsemez; her ikisi de gereklidir. Fakat Harakānî’nin önceliği halka yardım etmek ve bu vesile ile kendi nefsinden önce başkasını düşünmektir.

Menkıbelerinden ve hakkında yazılanlardan öğrendiğimiz kadarıyla Harakānî her şeye hizmet etmiştir. Onun için ırk veya din önemli değildir. Harakānî’nin sadece insanlara değil, yaradılmış her şeye hudutsuz bir hizmet aşkı vardır. Bunu şu söz ile ifade etmektedir: “Her kim bu dergâha gelirse ekmeğini verin ve dinini ve inancını sormayın; zirâ Ulu Allah’ın dergâhında ruh taşımaya lâyık olan herkes, elbette Ebu’l-Hasan’ın sofrasında ekmek yemeye de lâyıktır.” Ebu’l-Hasan bu yüce gönlü ile halka hizmet etmiş, böylece Hakk’a erişmiş ve O’nda yok olmuştur. Kısacası bu husus tasavvufun öğretilerinden biri olan Hakk’a hizmetin halka hizmet olduğu hususuna işaret etmektedir.

Bin yıl önce Anadolu’yu mayalayan Ebu’l-Hasan Harakānî bugün de bize o gün yaktığı çerağ ile seslenir ve Allah’a ulaşmak için hizmetin önemini hatırlatır. Kendi nefsimizle uğraşıp kibrimizi veya aşağılık kompleksimizi parlatıp cilâlamak yerine, kendimizden önce başkasını düşünüp ruhumuzu parlatıp cilâlamamızı söyler.

Meşkûre Sargut Hâtırasına

Efendim, Allah hepinizden râzı olsun.

Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü’nün misyonu, Meşkûre Sargut’un 86 yıllık ömründe, hayal ettiği bir hakikati gerçekleştirdi. Farklılıkların bir araya gelişi, aslında farklılıkların olmayışı ve her yolun Allah’a giden bir yol olduğu ve gideceğimiz yerin bir olduğu mânâsını öğretti annem bize. Tasavvufun global bir lisan olduğunu, bütün ülkeleri, bütün dinleri, bütün yolları, bütün mezhep ve meşrepleri birleştiren yegâne yol olduğunu öğretti Hocam Ken’an Rifâî bize. Ve bu yolda en büyük çalışmayı -ben böyle diyorum, affınızı niyaz ediyorum ama- devrimci olduğuna inandığım -Peygamber’in de böyle olduğuna inanıyorum ben- bir hanımefendi yaptı: Sâmiha Ayverdi.

Kendisi bir kalıp içine girmeden, bir şekil oluşturmadan Allah yolunun inceliklerini mürid-mürşid ilişkisi içinde, gerek kitaplarıyla, gerek hayatıyla, gerek yaşantısıyla, her şekilde peygamber ahlâkıyla, yaşayan Kur’an olarak bize öğretti. Bu yolda, önemli olanın insan olmak, merd makamına ermek olduğunu, cinsiyetlerin önemi olmadığını bize öğretti. Bu, biz kadınlara ümit verdi. Yani bizim mutmainne mertebesine erebileceğimiz müjdesini verdi. Kendi hakikati ile bunu gösterdi.

Yaşantısıyla örnek bir anne ile yetiştik biz. Hayatımızda bir tek gün, annemi mutsuz ve huzursuz görmedik. Her hâdiseden memnun olma sanatını mürşidinden öğrenmişti. Şikâyet yok, dâima memnuniyet, şükür ve hamd vardı. Âfiyet için dua ederdi. Çocuklarımız burada iki sene master yapıyorlar, bazen üç seneye uzuyor bazen dört seneye uzuyor. Tasavvuf masterı yapıyorlar. Ama biz 86 yıllık ömründe, burada öğrenilenlerin hepsinin nasıl yaşandığını annemin hayatından öğrendik. Kendisi, Hocası Sâmiha Ayverdi için “Biz aynı mânâ yastığına baş koyan iki dostuz, mürid-mürşidiz.” derdi. Hocasının bayrağını ömrü boyunca taşıdı, “benim hocam Sâmiha Ayverdi” derdi. Başta Ken’an Rifâî Hazretleri, fakat bugün onun bayrağını Sâmiha Ayverdi taşıyor, derdi. Bize mürşid sevgisini öğretti. Mürşidin bir varlık olmadığını, ondan Allah’ın tecelli ettiğini öğretti. Ondan öğretenin, Kur’an ve Peygamber olduğunu gösterdi. Biz de bunu ömrünün her saniyesinde, Sâmiha Anne’nin şahsında gördük ve şâhit olduk.

Bugün hem annemi hem de onun mübârek hocasını anmanın zevkiyle ben mestim. Ben iman ediyorum ki, bir büyük, kendisi için konuşacakları, kendisi seçiyor. Bu yüzden, gelen ve bütün onun için konuşacaklara teşekkür ediyorum. Allah razı olsun, bu günler bakın ne kadar güzel birliklere sebebiyet veriyor. Büyük sultanlar teşrif ediyorlar. Onların hakikatlerinde çocuklar, öğrendikleri şeylerin nasıl tevâzuyla yaşandığını görüyorlar. Kendileri makam olarak çok yüksekken, burada bu tevâzuyla, bu edeple bize öğrendiklerinin yaşama şeklini gösteriyorlar. İşte böyle mürşidlerle yaşamanın verdiği zevkiyle, biz iki kardeş, bugünün hazırlanmasından çok mutlu olduğumuzu ve her sene bugünde annemin adı altında bir mübâreğin, bir başka yolun ama aynı mânânın yolcusunun anılacağının müjdesini size vermek istiyoruz.

Bütün gelenlere teşekkürler ediyoruz. Bu kalabalığı görmek de çok zevk. Ayrıca iki tane güzel haberimiz var. Birincisi, annem ile ilgili master yapan İlahe Hanım’a teşekkür ediyoruz. Hârikulâde bir tez hazırladı. Böylece annem burada bir program içinde master tezi olarak hazırlanıyor. Kitabı da basılacak inşallah. İkincisi, eğer Allah lûtfederse, 2020 Nisan’ında, Harvard Üniversitesi’nde bir Kenan er-Rifâî Sempozyumu yapılarak -üniversite talep etti- iki günlük bir çalışmayla hocamızın mânâsında, tasavvufun bütün dünyaya tesir eden, ne kadar önemli bir lisan olduğu birkaç panelle –iki gün sürecek- anılacak. Bu da bir mânâ olarak bize lûtuf olarak gelecek. İnşallah Allah sevgililerini dünyanın her yerinde anmayı ve İslâm Tasavvufunun güzelliğini, birleştiriciliğini, hoşgörüsünü, sevgisini, insanları ötekileştirmeden, “ötedeki teki” hâline getirişini, hep birlikte analım, sevelim sevilelim ve bu dünyadan zevk alalım.

Son olarak, Kenan Rifâî Hazretleri’nin yeni basılan kitabı Tuhfe-i Ken’an’dan bir cümle okumak istiyorum. Açtığım zaman bana gelen bir cümle: “Hastalık, mümine tesir etmez. Mümininin en güzel duâsı kendi için âfiyet dilemesidir.”

Allah hepimize maddî-manevî âfiyet versin inşallah. Teşekkürler ediyorum.

 

Not: 10 Şubat 2019 tarihinde Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü tarafından Kerim Vakfı ve Türk Kadınları Kültür Derneği ile ortaklaşa olarak düzenlenen “Meşkûre Sargut Hâtırasına” Programı’nın “Sâmiha Ayverdi Paneli”nden önce yapılan açış konuşmasıdır.

Hepimizin Hikâyesi

Bir varmış bir yokmuş… Ezel âleminden bir isim bir cisim giyip bu âleme gelmiş. Gelmiş de daha ilk andan itibaren arzularının ve isteklerinin esiri olmuş. Yemek yemek, oynamak istemiş, canı o an ne istiyorsa ağlayarak ve bağırarak arzularının gerçekleşmesi için uğraşmış. Gel zaman git zaman, bu cisim büyümüş, arzuları hiç bitmemiş, hep istemiş, aldıkça kendini özgür sanmış. Kaybettikçe kendini esir addetmiş. İşte bu hikâye aslında dünyanın hikayesi imiş. Bu hikâyenin bazı karakterleri şanslı imiş. Bu şanslılar, bu dünyada kaybolmuş olduğunu, maksadını unuttuğunu hatırlatacak olan bir bilge ile karşılaşanlarmış.

Bilge, tıpkı bir rehber gibi kaybolmuşlara yol gösterirmiş. Bilge, yol gösterir ve bu yolun inceliklerini anlatırmış. Kaybolmuşların asıl maksadı, önündeki yolları en kısa yoldan geçip geldiği yere gitmekmiş.  Bilge dermiş ki, “Bu âlemde mutlu ve huzurlu mu olmak istiyorsun? O zaman hâdiselerden memnun olma sanatına eriş ve hizmet et.”

Sadece iki şey mi? Başına gelenden memnun ol, kabullen ve hizmet et! Aslında çok kolay gibi görünen bu iki şey, uygulamaya çalıştıkça pek de kolay değil sanki.  

Bilge, “Bazen hizmet birine gülümsemektir. Öyle ya, Peygamberimiz gülümsemek sadakadır der.” demişti.

Bilge ile karşılaşan bazıları bu sözü kāle almamış, bazıları biraz uygulamış ve bir işe yarayıp yaramadığını göremeden çekip gitmiş, kimileri kendinde bir fark görünce “ben oldum” deyip kendi yoluna gitmiş. Son kalanlar da, öğrettiklerini tam uygulayamasa bile onun gösterdiği yoldan gayret ile gitmiş. Nice vadiler geçmiş, nice dağlar aşmışlar… Yolun sonunda maksat hâsıl olmuş, geldikleri yere sağ sâlim kavuşmuşlar. Ama bu sırra ancak onunla sonuna kadar gidenler erişmiş.

Bu kıssadan bize düşen hisse, hâlinden memnun ol, kabullen, affet. Affetmenin en güzel yolu başkaları için bir şey yapmakmış. Henüz yapamıyorsan bile vıdıvıdı yapma, gayret et, bilgeyi dinle, çünkü o, bu yolu kimbilir kaç kere aştı ve kaç cismi hakikatine kavuşturdu.  

Son Perde

Bir dervişin gidişine tanık oldum. Bu mekândan nasıl gidilir, öğretti bana. “Hâl etmek ne ola ki?” derdim. Anladım… “Kanserle savaşıyor” diye düşünürdüm hep. Gidişinin ardından idrak ettim ki, savaş değil danstı yaptığı eylem. Tıpkı semâ gibi… Gelen misafirinin etrafında dönerek uyumla, zarâfetle, Rabbinin mûsıkîsi ile uyumlu bir ibâdetti deneyimini taşıyışı. Olanı sevgiyle kabul edip bu üç boyutlu fânî dünyada üstüne düşen rolü oynayarak savaşır”mış” gibi yapıp aslında Sevgili’den geleni sevgiyle bağrına basarak gülümsemiş etrafa.

Bu bedende evlâdı olarak seyrettiğim onun filminin ardından, “Sevgili’ye en doğru şekliyle gitmek için geldik sanırım” diye düşündüm. Seyahatin tamamı elbette önemliydi, ama her filmin son sahnesi, her kitabın son örgüsü değil miydi gönlümüzde taht kuran? O zaman bizim seyahatimizin kapanışı Sevgili’ye yaraşır olmalı ki, bu yolculuğun bir mânâsı olsundu… Bütün mevzû, O’na, gülümseyerek, hasretle, dansla, düğünle, semâ ile gitmekti. Galiba bu son sahneye bizi hazırlayan, yolculuğun bütünü. Her an eyvallah bilincinde, her an O’nunla hâl-hamur olmadan o güzel kapanış çok imkân dahilinde görünmüyor. İlmek ilmek son sahnemizi örüyoruz yol boyunca. Her adımı, her anı idrâkle bilerek, hissederek geçirmek gerekiyor. Burada daha mühim bir düğüm çıkıyor önümüze… Böyle bir gücümüz var mı? Bilmem, bilemem…

Biz ilmek ilmek örebilir miyiz? Yoksa sadece Sevgili’nin ezelde ördüğü ilmekleri saymaya mı geldik? O zaman da, bari gayrette yakalasın Sevgili diyerek hiç değilse istikametimizi O’na çevirmek lazım galiba. Varsa ezel nasibimizde idrak etme lûtfu, son sahnede gül açar belki diyerek, bir gayretle gübresini suyunu vermek lazım tohumun. O tohum ruh ise, gübresiyle suyu aşk, sabır ve özlemle yüzümüzü hep Sevgili’ye dönmek olsa gerek…

Tam anlamıyla sırrı idrâk edemesem de, perdenin arasından sızan bir damladan hissettiğim şu ki: Yolculuğun kendisi keyifli olan; ama hâl ehli isek, uyanık isek, mürşidimizin ayak izlerinden gidebiliyor isek… Hâlâ en mühim sahnenin buluşma anı olduğunu düşünüyorum. O ana da, bizi yolculuğun kendisi hazırlıyor. Velhasıl kelâm, yolculuğu da hazırlayan O olduğuna göre, ezelden ebede gidişimizin pazarlığını yapıp “Belî! ” demişiz her şeye.

Şimdi seyredip âlemi, seyahatin idrâkle keyfini çıkarıp, her dâim O’nunla hâl-hamur olmaktan başka yapacak bir şey yok zannedersem… Son perde için, en yüksek becerilerimizi Sevgili’nin izni ve desteğiyle sergilememiz dileğiyle efendim…

Lâl

 

 

Editörden (Ekim-Kasım-Aralık 2018)

Her Nefes dostlarımıza gönülden merhaba,

Nice bir aradan sonra yine kavuştuk sevgili dostlarımız; bu sayıda konumuz her zamanki gibi yaşanabilir, hayatımızın parçası olan tasavvuf ve Allah aşkı olacak.

Bu sayımız da, çıktığı ayların yüzü suyu hürmetine olsa gerek, 29 Ekim gibi bayramlar, 17 Aralık gibi kavuşmalar, Şeb-i Arus’lar var. Dostlarımızı sahibine teslim ettik ve huzurunuza geldik.

Yine sizlere hayata dair yaşananlar, sevinçler ve hasretler anlatmaya çalıştık. Günler birbirini kovaladı hasretimiz ayları buldu. Anlatacaklarımızın heyecanı ile sonunda kavuşmak nasip oldu.

Sıra halimizi ve yaşadıklarımızı siz dostlar ile paylaşmaya, dertleşmeye geldi. Umarım bu sayımızı da diğerleri kadar beğenir bizleri okumaya ve bizlerle gönül damlalarınızı paylaşmaya devam edersiniz. Arada haddimizi aşıp sürç-ü lisan ettikse hoşgörünüze sığınıyoruz. Kusurları şahsımıza, güzellikleri sahibine ait olarak yeni sayımıza hoş geldiniz, safâ verdiniz.  

 

Sohbetler (Ekim-Kasım-Aralık 2018)

SOHBETLER

 

Dünya ehlinin vefâsızlığından bahsediliyordu:

  • “Elbet Allah’tan başka kimsede vefâ yoktur. Bir de Allah yolunun yolcularından başka.. Dünya ehlinin dostluğu, büyük bir balona benzer. Küçük bir iğne batırılınca hemen sönüp gider. Onun için bu dünyâda cefâ görmek istemeyenler, dünyâdan ve dünyâ ehlinden vefâ beklememelidirler.”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 15)

 

****

Şuur ve adem-i şuurdan bahsedilirken:

– “Gözün nuru olmasa, göz baksa da görmez. Gözün süvarisi nurdur.

Bir at da ne kadar müstesna ve güzel olursa olsun ona bir kimse binmedikçe gideceği yeri bilemez.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 67)

 

****

Dâima, iyi kimseler ile düşüp kalkmanın faydalarından bahsolunuyordu:

– “Sohbet müessirdir, sohbet ve ülfet, insanoğlunun iç bünyesine, karakter yapısına siner, tesir eyler; debbağhâneye gittiğin vakit üstüne pis koku, gülhâneye gittiğin vakit ise gül kokusu sindiği gibi…

Dünyâ ehlinin dedikodudan ibaret meclislerinde bulunmak yahut mânevî ve rûhânî meclislerin yükseltici, olgunlaştırıcı havası içinde sohbet eylemek de insan üzerinde aynı müsbet veya menfî tesiri yapar.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 68)

****

Sâmiha Hanım:

Bir kere idi, dervişliğin buyruk dinlemek olduğunu söylemiştiniz.

“Tabiî, tabiî… Dervişlik buyruk dinlemektir. Çünkü her olan, Allah’ın buyruğudur. Bütün kitaplar bu dört kelime içindedir. Bunu hal eden, lâ ilahe illallah demiş olur.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 352)

 

Bir Yaz Okulu Rüyası

 

Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü 16-29 Temmuz 2018 tarihleri arasında Kerim Vakfı’nın destekleriyle tasavvuf çalışmaları konusunda yoğunlaştırılmış uluslararası bir yaz okulu düzenledi.

Yaz Okulu’nda yurt içinden ve dışından dünyaca ünlü profesörler dersler verdiler. Yurt dışından özellikle  Hz. Muhyiddin Arabî ve Hz. Mevlânâ gibi büyüklerin eserlerini İngilizceye tercüme edip yorumladığı çalışmalarıyla tanınan William C. Chittick, İslamofobi ile mücadele konusunda Amerika Birleşik Devletleri’ndeki en önemli akademisyenlerden olan Carl W. Ernst, Çin’de İslâm Düşüncesi ile İslâm ve Çin Medeniyeti konularında uzman Sachiko Murata ile Boston Üniversitesi’nden İbn Arabî uzmanı Prof. Dr. James Morris bu kapsamda yoğunlaştırılmış dersler verdiler. Ülkemizden ise Mahmud Erol Kılıç, Emine Yeniterzi, Cangüzel Güner Zülfikar ve Muhammed Bedirhan gibi konusundaki derin liyâkati herkesin mâlûmu olan Enstitümüz hocaları iştirak ettiler. Ayrıca yakın okuma grup çalışmalarında metin incelemeleri yapıldı ve halka açık paneller ile Süleymaniye Kütüphanesi ve Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’ne gezi ve etkinlikler düzenlendi.

Yapılan işin katkısını ve kıymetini takdir edecek liyâkata sahip olmamakla birlikte, katılabildiğim akşam ve haftasonu oturumlarının bende bıraktığı izlenimleri ya da kişisel açılımlarımı -bir talebe gözlüğü ile- paylaşmayı görev kabul ediyorum.

Türünün ilk örneği olarak düzenlenmiş bu çalışma  Türkiye dışında, Almanya, ABD, Çin, Hindistan, İngiltere, İran, Japonya, Kanada, Pakistan ve Umman’dan ve çok çeşitli meslekî alanlardan gelen 102 katılımcı ile çok renkli, çok sesli ve çok fikirli bir şölen gibiydi. Dikkatli gözler için sırf bu çeşitlilik bile içerikten bağımsız olarak İslâmiyet’i okuma ve yorumlama biçimimizde kültürün belirleyiciliğini ortaya koymak açısından oldukça öğreticiydi. Nitekim profesörlerin pek çoğu İslâmiyet’i ve onun hakikatini arayan İslâm tasavvufunu anlatırken farklı toplumlarda girdiği coğrafyanın kültürüyle damıtılmasının şaşkınlık verici örneklerini sundular. Çin’de 16. yüzyılda Wang Dai Yu isimli bir müslümanın çıkarak halkı kendi dilleri ve alışkın oldukları imgeler üzerinden İslâmiyet ile yeniden tanıştırmasını ya da bir başka örnekte Endonezya’nın Java adasında yapılan maske dansının arka planda İslâmiyet’e davet yöntemi olarak kullanılmasını dinledik. Farklı kültürlerin renklerine boyanma ve çeşitliliği ortaya koyma bakımından Yaz Okulu benim açımdan âlemlerin Rabbi’nin sonsuz ve sınırsız tecellisini kabım ölçüsünde müşahade etme zevki oldu. Bugüne kadar dini hep Arap eksenli bir anlayışla yorumladığım ve bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiş o yüce Peygamber’in tebliğine bu açıdan ne denli sığ bir bakış açısıyla yaklaşmış olduğumla yüzleşmem için adeta bir tokat niteliğinde idi.  

Bir diğer izlenimim, katılan tüm akademisyenlerin taşıdığı ortak tavır oldu. Hepsi alanında önemli başarılara imza atmış, dünya çapında otorite sayılan bu münevverler topluluğu bilimsel merakları ve kullandıkları araştırma metodları bakımından tipik bir akademisyen profili çizmekle birlikte her birini diğer disiplinlerdeki meslektaşlarından ayıran ve akademik davranış kalıplarının dışına çıkaran ortak bir özellik dikkati çekiyordu: Aşk. Meseleleri ortaya koyarken kişisel tecrübeyi, duyguyu ve yaşadıkları aşkı ifşa etmekten çekinmeyen, açık ve hatta kimi zaman oldukça coşkun bir duygusallık, tasavvuf gibi merkezinde Hak ve Hakk’ı aramak olan bir çalışma alanının akademik şablonların kabına nasıl sığamayacağını gözler önüne seriyordu.

Büyük mutasavvıf Kenan Rifâî’nin henüz 20. yüzyılın başlarında “Tasavvuf birgün akademilerde öğretilecek” derken eğitim kurumlarını yalnızca tekkelerin ikāmesi olarak işaret ettiğini sanmamak gerekir. Türkiye’de üniversiteler bilginin üretim kaynağı bakımından merkez olma rolünü bu alanda da devam ettirmeli ve tasavvufî araştırmalar üniversitelerde yapılmalıdır ki tasavvuf diğer disiplinlerle entegrasyonu sağlayabilsin. İnsanların farklı alanlarda mesleklerini icra ederken tasavvuf gözlüğü ile bakabilmeleri ahlâk-ı Muhammedî’ye uygun bir iş ahlâkının çalışma hayatının geneline yaygınlaşması için kritik olacaktır. Bu bakımdan bu çalışma, katılımcıların farklı bakış açıları kazanma ve yeni araştırma konuları bulması açısından akademik vizyon ile uyumlu idi. Bununla birlikte tekkeler “Din nasihattir” buyuran Efendimiz’in nasihatini hâl haline geçirmek için toplumun içindeki tüm bireylere ulaşan irfan yuvaları olarak yeniden yapılanmalı ve Anadolu’nun bin yıllık kadim geleneğini yaşatan bu kurumlar toplumdaki meşrû yerini yeniden bulmalıdır. Ancak o zaman bir yanda akademik eğitime erişimi olan intelijansiyanın takacağı tasavvuf gözlüğü diğer tarafta toplumun kılcal damarlarına yayılabilecek ve günümüz Türkiyesinin her bir ferdi içinden geçmekte olduğu bu türbülanslı dönemi, değerlerdeki aşınmayı ve toplumsal ayrışmaları sonlandırabilecektir.

Seçim

İnsanoğlunun hayatını icrâ etmede belli odak noktaları, belli mercekleri var. Görmek istediğini görmek istediği gibi görürken her şeyi değiştirdiğinin farkında olmaksa her zaman o kadar kolay olamayabiliyor. Hâlbuki insan, inandığını yaşıyor.

 

Yüzümüzün gülmesiyle değiştirebileceklerimiz:

1) Kendimiz.

 

Hepimiz hayatımızı en yüksek seviyede mutlu olabileceğimiz şekilde düzenlemeyi mi istiyoruz? Yoksa bazılarımız, bazen mutsuzluktan, sorundan, karmaşadan beslenmeyi mi tercih ediyoruz?

Mutluluk odaklı ve mutsuzluk odaklı hayata dair bazı gözlemlerim oldu. Gördüğüm örnekler içinde öyleleri vardı ki beni hayrete düşürdü ve içimi yazma iştiyâkıyla doldurdu. Neredeyse tüm istekleri gerçekleştiği hâlde mutluluğu hissetmekten uzak duran, ne olursa olsun mutlu olmayan insanlarla beraberdim. Bu insanların tutumları sebebiyle, o güzel atmosferin içinde büyük hayal kırıklıklarına düçâr olan insanlarla da beraberdim. İki taraf için de bir şeyler yapmaya çalıştım, iki tarafın canının yanışını da paylaştım, onlarla beraber benim de canım yandı. Mutluluğu kovalarken, can havliyle topa şiddetle vuran oyuncunun topu sahadan dışarı atışına benzer şekilde ben de güzel tekmeler savurdum. Sonra gördüm ki, mutluluk kovalanacak bir şey değildi. Anlatılarak aktarılabilecek bir şey de değildi. Sadece arzu edilebilecek ve de tercih edilebilecek bir parçamızdı. O da diğerleri gibi bizden ayrı değildi.

Tekrar örnek vak’ama döndüm. Görünüşe göre belli bir konuda hedeflenen/tasavvur edilen her şey ve belki de fazlası gerçekleşmişti. Esâsında onların mutluluğu bu şeylerin olmasına bağlı gibiydi, hep istedikleri, hep konuştukları bunlardan ibaretti. Ancak şu hâl içerisinde her şey önlerinde hazırken, onlar neden mutlu değildiler?

Kendi mutluluklarını önemsemedikleri gibi, diğerlerinin mutlu veya mutsuz olmasıyla ilgili bir fikirleri de yoktu. Oysa iyilik yapmak veya bir şekilde yardıma koşmak onların her zaman yaptığı şeylerdi. Ama kendilerine değil… Yüzleri gülmüyordu.

Yüz gülmeden, şükür oluyor muydu? Şükür olmadan, yüz gülüyor muydu?

Benim bu durumdan çıkardığım sonuç ise şu oldu: Tövbe için niyet ederken, yüzümüzün gülmediği her an için tövbe edebilmeyi dilemek gerekiyordu. Sadece tebessüm edebilmek için dudaklarımızı kıvrılmaya zorlamak değil; içimizle ve dışımızla samimi şekilde gülümseyebilmek yapabileceğimiz en iyi, en doğru seçimdi.

Başarı buydu, gol buydu, şampiyon ‘Tebessümspor’du!

Kayınbabam Ameer Raschid

86 yıllık hayatını geçen kurban bayramının ikinci günü noktaladı Ameer (Emir) Bey. İlginç bir hikâyesi olduğunu isminin yazılışından tahmin edebiliyor insan. Babası Abdurraschid (Abdurreşid) Amerika’da doğan oğlunu “Emir” diye adlandırdığında, bu isim İngilizce harflenmiş. Fakat soyadı Raschid, babasının aslen Avusturya İmparatorluğu vatandaşı bir yahudi olması sebebiyle Almanca yazılışa sahip.

Avusturya topraklarında yaşadığı zamanlarda “Doğu” mâneviyatına merak salan babası Abdurreşid Bey, sonu bugünkü Pakistan’a varan bir yolculuğa çıkar. Orada tanıştığı müslümanlardan etkilenerek tevhid dinini kabul eder ve müslüman olur. Birinci Dünya Savaşı sıralarında, genç Abdurreşid Amerika’ya göçmeye karar veren ailesini  takip eder. New York limanında kendisini karşılayanlar, uzun sakalları sebebiyle onu tanımakta güçlük çekerler.

Ailesinin Yahudi cemaatinin yönlendirmesiyle bir tütün fabrikasında iş bulur ve Emir Bey’in annesi olacak Macar Yahudisi bir kızla burada tanışır. Müslüman olmayı kabul etmesi şartıyla bu kıza evlenme teklif eder. Emir Bey’in anne ve babası böylece evlenirler.

İşte kayınpederim Ameer Raschid, Musevilik’ten İslâm’a geçmiş bu iki gencin evinde, İngilizce konuşulan bir dünyada kimi zaman babasının Almanca’sını, kimi zaman annesinin, özellikle de sinirlendiği zamanlarda, Macarca’sını dinleyerek büyür. O zamanların New York’unda beyaz müslüman olarak herhalde başka örnekleri yoktu. Helâle en yakın şeriatı olduğu için Koşer sosisler, etler yiyerek büyümüşler küçük kardeşi Enver Bey ile. Amerika’da yaşayan kızının her ziyaretinde bu koşer sosislerden ısmarlardı. O lezzet onu iki büyük savaşın arasındaki çocukluk günlerine götürüyordu belki de…

Henüz yirmibeş yaşında bir delikanlıyken, babasıyla Hacc’a gitmek nasib olmuş. Yaşlıca olan babasına nasıl hizmet ettiyse, onun bu şefkati Türk kafilesinden bir beyin dikkatini cezbetmiş. Eyüp’te büyüttüğü beş kızını da helâl süt emmiş delikanlılarla başgöz etme niyetinde olan bu bey, genç Ameer’in babasına bu düşüncesinden bahsetmiş.

Hac dönüşünden hemen sonra genç Emir, daha annesinin anadilini dahi tam konuşamadan, hiç bilmediği Türkiye’ye doğru yola çıkmış. Niyeti müslüman bir kız ile evlenmek… Allah babasına olan hizmetinin karşılığında, ona müslüman bir Çerkez kızını nasib etmiş. Bu kısa fakat çok önemli geziden aklında kalan en önemli iki şeyden biri evliliği, diğeri ise hayatının sonuna kadar lezzetini aradığı Sultanahmet köftesi olmuş.

Evlenir evlenmez beraberce Amerika’ya taşındıkları kayınvalidemle ilk yıl neredeyse hiç konuşamamışlar. Üç kız ve bir erkek çocuğa bakabilmek için yaklaşık iki saatlik yoldaki eczanedeki işini bulmak kolay olmamış. Mülâkatlarda işverenlerine günde beş vakit namaz kılmak durumunda olduğunu söylüyormuş. Patronları namazın ne olduğunu dahi bilmediklerinden, elini yüzünü yıkayıp, sessiz bir köşede ibâdetini nasıl yaptığını anlatıyormuş.

Bir gün iş yerine yakın bir camide Cuma namazını kıldıktan sonra, çoğunluğu siyâhî olan cemaatten bir kişi, kendisini Malcolm X ile tanıştırmak istemiş. Merhum Malcolm X, bu sarı saçlı, mavi gözlü müslüman Amerikalı’yı pek merak etmiş. Küçük bir sohbetten sonra kayınpederimi yemeğe davet etmiş. Emir Bey bana bu olayı anlatırken çok korktuğunu itiraf etmişti. İşini bahane ederek teklifi kibarca reddetmiş. Bu olaydan yaklaşık iki hafta sonra Malcolm X şehid edilmiş.

Emir Bey emekli olunca belki biraz da Türk köftesine yakın olmak fakat daha da önemli olmak üzere ezan sesini duymak için Türkiye’ye taşınmaya karar vermiş. Kızıyla tanışıp kendisinin damadı, evlâdı olabilmek de bu kararı vâsıtasıyla fakire nasib oldu.

Emir Bey her kul gibi hatalarıyla, kusurlarıyla Rabb’inin mağfiretine sığınan bir mü’mindi. Namazını hiç kaçırmaz, beraber olduğumuz sürece de cemaatle kılmaya gayret ederdi. Yalan söylemeyi bilmezdi. Helâlden başka lokma yemediğine ve yedirmediğine kayınvalidem bizzat şâhittir.

Onu İstanbul topraklarına defnettikten sonra seneler önce babasına Hac ziyareti sırasında yaptığı hizmetler aklıma geldi. Sulbü tâ Avusturya’lardan, Macaristan’lardan gelip, Amerika’larda yoğrulup sonunda bir Türk vatandaşı olarak son vatanında ebedî istirahatine çekildi.

Ben kayınpederimi çok sevdim. Allah ve onun Habîbi de sevsin.

Âmin.

Büyük İslâm Mütefekkiri Ahmed Avni Konuk

Büyük İslâm Mütefekkiri Ahmed Avni Konuk

Ahmed Avni Konuk, vefatının 80. yılında Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü tarafından düzenlenen Büyük İslâm Mütefekkiri Ahmed Avni Konuk” başlıklı panel ile 4 Kasım Pazar günü anıldı.

Panelin açılış konuşmasını, Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü Müdür Yardımcısı Prof. Dr. Emine Yeniterzi yaptı. Yeniterzi, Ahmed Avni Konuk’u insan olma sanatında başarıya ulaşmış şahsiyetlerden biri olarak nitelendirdi. Verdiği eserlerle çalışma azmi ve şevki ile dikkat çektiğini belirtti.

Üsküdar Üniversitesi Rektör Danışmanı, mutasavvıf-yazar Cemâlnur Sargut takdim konuşmasına, Prof. Dr. Mustafa Tahralı’ya teşekkür ederek başladı. Tahralı’nın kazandırdığı eserlerle Ahmed Avni Konuk’u takip etme imkânına ulaştığımızı ifade etti. Sargut, “Ken’ân Rifâî Hazretleri, ‘Öğrendiklerini kimlere anlattın Meşkureciğim?’ diye sorarlarmış anneme. Bu yolda öğrenmeye ve öğrendiklerimi de paylaşmaya çalışıyorum ben de. Bir ömrü böyle geçirdiğim için şükürler olsun.” dedi.

Ahmed Avni Konuk’un hayatının anlatıldığı kısa belgesel gösteriminin ardından, panelin konuşmacıları yerlerini aldılar. Oturum Başkanının Mustafa Tahralı’nın olduğu programda,  Dr. Savaş Barkçin “Ahmed Avni Konuk ve Tevhid Mûsıkîsi”, Prof. Dr. Safi Arpaguş “Ahmed Avni Konuk ve Mesnevî-i Şerîf Şerhi’nin Tasavvuf Çalışmaları Açısından Önemi”, Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç ise
“Ahmed Avni Bey’in Fusûsu’l Hikem Şerhi” konulu bildirilerini sundular.  

Oturum Başkanı Prof. Dr. Mustafa Tahralı konuşmasında, 1960’lı yıllarda Ahmed Avni Konuk’la nasıl tanıştığını, Fusûs Şerhi’nin yeniden basım için 1980’lerden bugüne geçen süreci anlattı. Teknolojinin hayatımızdaki yerine değinen Tahralı, matbaa aşamasından bürokrasiye kadar yaşadıkları zorlukları dile getirdi. İncelikle yapılan çalışmalar neticesinde, Ahmed Avni Konuk’un eserlerinin açığa çıktığını belirten Tahralı, “İnşallah anlamak nasip olsun. En zor tarafı aslında bu.” diyerek sözlerini tamamladı.

Dr. Savaş Barkçin, Hocası Ali Sarıgül’ü yâd ederek konuşmasına başladı. Hocası sayesinde, Ahmed Avni Konuk ile tanıştığını dile getirdi. “Allah, bizi böyle güzel zatları tanıyanlardan ve tanıtanlardan eylesin.” diye niyazda bulunan Barkçin, bir geleneğe, böyle meşk halkasına dahil olmanın şükrünü ifade etti. “Can Sesi, Aşk Nefesi” isimli albümle mûsıkîye değinen Barkçin, sanat ve güç kavramlarının bir arada olamayacağının altını çizdi. “Bize bu zatların ahlâkları lâzım. Eserleri de ahlâklarını gösterdiği için önemli. Her bir satır, ayrı bir umman.” diye konuştu.

Prof. Dr. Safi Arpaguş, Mesnevî-i Şerîf Şerhi üzerine bir tebliğ sundu. “Mesnevî, sadece Mevlevîhânelerde okunan bir metin değil, medeniyete anlam veren bir köşe taşı olarak yer alır.” diyen Arpaguş, Mesnevî’nin düşünce ve dil dünyamıza etkileri üzerine bir konuşma gerçekleştirdi.

Birinci oturumun ardından kısa bir ara verildi. Programın ikinci oturumu Tasavvuf Mûsıkîsi’nin günümüzdeki değerli temsilcilerinden Elif Ömürlü Uyar’ın icrâ ettiği güftesi ve bestesi Ahmed Avni Konuk’a ait olan eser ile başladı. Ahmed Avni Konuk’un, Hocası Zekâî Dede’nin vefatı üzerine yazdığı ve sûzidil makamından kâr olarak bestelediği güfte ile gönüller huzur buldu.

Ey bülbül-i hoş-nevâ, hamûş ol
V’ey kalb-i hazîn, zehir-nûş ol
Üstâd-ı hüner Zekâî gitti
Ey bank-i âdem, sürûd-gûş ol
Avnî dil-i zâre teliyet yok
Ey eşk-i dü dîde, pür-hurûş ol

Dinletinin ardından Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, “Ahmed Avni Bey’in Fusûsu’l Hikem Şerhi” konulu bir konuşma yaptı. Kılıç, Ahmed Avni Konuk’un yazdığı Türkiye Kültür Bakanlığı’na bağlı Yazma Eserler Kurumu tarafından dört cilt olarak basılan Ahmed Avni Bey’in Fusûsu’l Hikem Tercüme ve Şerhini dinleyicilere okumalarını önerdi. Kılıç, bir hikmet kitabı olan, “Fusûsu’l Hikem Şerhi”nin mikro kozmozdan makro kozmoso yaptığı açılımlara değindi. “Ahmed Avni Bey, yapmış olduğu ‘Fusûs’l Hikem Şerhi’nde bol miktarda, Mesnevî’den alıntılar yapıyor. Aynı şekilde, Mesnevî Şerhi’nde de ‘Fusûs’l Hikem’den alıntılar yapıyor. Bu sentez, bu terkip muhteşem bir terkiptir. İslâm irfanında zirvedir. Lütfen bunu muhâfaza edelim. Bunun üzerinde duralım, bunun üzerine konuşalım, tartışalım. Bir irfan üreteceksek, bu gelenekten üreteceğiz. Muhyiddin-i İbnü’l Arabî ve Mevlânâ’nın çizgisi bu ülkenin ana omurgasıdır. Anadolu İslâmı’nın ana omurgasıdır ve İslâm dünyasını da ihyâ edecek ana eksendir. ” diyerek bu eserlerin önemi üzerine bir sunum gerçekleştirdi.

Değerlendirme konuşmasına Prof. Dr. Mustafa Tahralı, “Tohum toprağa saçılmışsa, mutlaka torunlar buradan konuşmaya başlayacaktır, yazmaya başlayacaktır. Fusûs ve Mesnevî Şerhi’nde hem çalışan, hem anlayan insanları bekleriz.” sözleriyle başladı. Tahralı, “Mülk, Allah’ındır. Devam ettirmek istiyorsa, kulunu yaratır; devam ettirmek istemiyorsa da biz ne kadar çalışırsak çare yok. Eskiler bunu biliyorlardı, bunun için hiç üzüntüye kapılmadılar. ‘Allah bizimle beraberdir.’ âyeti kerimesi üzerine tevekkülde bulundular. Dilerim ki, bu eserleri anlayan gençler yetişir. Bu Türkiyemiz için kazançtır. İslâm âlemi için kazançtır. Bütün dünya için kazançtır. Neticesi Hakk’a ârif kul olmaktır.” diyerek paneli sırladı.